ŞİİRİMİZ TEHLİKEDE Mİ?- Yaşar Nabi Nayır Geçen sayımızda Sabahattin Teoman arkadaşımızın günümüz şiirinin çeşitli sorunlarını ele alarak inceleyen ilg
ŞİİRİMİZ TEHLİKEDE Mİ?- Yaşar Nabi Nayır
Geçen sayımızda Sabahattin Teoman arkadaşımızın günümüz şiirinin çeşitli sorunlarını ele alarak inceleyen ilgi çekici bir yazısını sunduk okurlarımıza. Böyle dört başı mamur araştırmalara gerçekten ihtiyacımız var, edebiyatımızın durumu üzerinde aydınlanmak için.
«Şiirin ölüm-kalım çırpınışı» gerçi şiirimizin bugünkü durumunu sanat yönünden eleştiren bir yazı değil. Ereği başka. Şiirin yapısındaki sorunları ele alıyor. Şairlerin tutumları ve davranışları ile ortaya çıkan ve şiirin toplum içindeki değer ilgisini sarsan tehlikelere işaret ediyor.
Teoman’ın gözlem ve düşüncelerinde çok yerinde, haklı yönler var. Çoğuna katılıyorum vardığı sonuçların. Katılmadığım yanı, yargılarının çok sert, çok kesin oluşu. Oysa şiir, öyle sanıyorum ki, çok yönlü kaypak yapısı ile kesin yargılara en az elverişli sanat kollarından biridir.
Önce pek karamsar bir tablo çizerek giriyor konuya dostum. «Eski çağlarda olduğu gibi gönüllerde ve kafalarda yer eden ozan adı yok gibi» diyor. «Gerçek şiire yakın nitelikteki şiir kitapları yayımı, kuruyan bir kaynağın son damlaları gibi seyrek» diyor.
Gerçi son yıllarda edebiyatçılarımızın halkla ilişkiler öğesini önemsemez hale geldikleri için gitgide halktan kopma tehlikesi içine düştüklerinden çok söz ettim, ama ben şiiri ayırmıyor, bir kısım edebiyatçılarımızın tutumları yüzünden sanatımızda ortaya çıkan yabancılaşma hareketinin ister istemez okurla yazarın arasını açmakta olduğunu ileri sürüyordum. Oysa son bir iki yıldır, bu akıma kendilerini kaptırmış edebiyatçılarımızdan çoğu, üstelik en değerlileri, yapılan ortak hatayı anlamış, bir kendine dönüş, kendini buluş çabası içine girmişlerdir. Dolayısıyla bir iki yıl öncesine kadar beliren tehlike bugün epey hafiflemiştir denilebilir. Gene gerçek şiirden haber veren kitaplar yayınlanmakta, edebiyat dergilerinin sayfaları, her zamanki gibi, iyi kötü, şiir ürünleriyle dolup taşmakta. Ahmet Haşim gibi, Yahya Kemal gibi bize şimdi çok büyük görünen şöhretlerin en iyi şiirlerini verdikleri çağlardaki yayım durumu bugünküne kıyasla yürekler acısıydı. Haşim’in «Göl Saatleri »nin hiç satılmamış bin kadar nüshasını hocam Ahmet Halit Şehzadebaşındaki Evkaf Matbaasından beş on kuruşa satın almıştı da dükkanında yıllarca sata sata bitirememişti. O sıralarda bir edebiyat dergisinin bin tane satılması büyük başarı sayılırdı. Diyeceğim, maddi bakımdan bugünkü koşullar şimdiye kadar bizde görülmüş olanların en iyileridir gene de.
Sayın Teoman’ın dediği gibi şairlerimizin zorlama bir güç – anlaşılırlık modasına kendilerini kapıp koyuvermelerinin şiirimize zararı dokunmamış değildir. Ama bu türlü laboratuar araştırmalarının, zaman zaman, ancak yetkili şairler elinde yürütülecek yerde şiir piyasasını hemen tümüyle sarıvermesi, olsa olsa, gerçek kişilikten yoksun heveslilerin ayıklanmasına ortam Hazırlaması bakımından bir yandan da yararlı olmuştur denilebilir.
Sayın Teoman’ın saydığı zorla etkileme çabası, geleneği kırma yolundaki aşırılıklar, söz düzenini bozma girişimleri, okurlar üzerinde kötü etkileri olmuş aşırılıklardı. Bunları eleştirmekte yerden göğe haklıdır. Ne var ki şiirimizde birkaç yıl tozu dumana katmış olan yabancılaşma fırtınası zamanla yatışmış, ardında bıraktığı birtakım yıkıntılar yanında bazı olumlu ve kalıcı etkileri de olmuştur.
Kolay anlaşılırlık, edebiyatı halka yaklaştıran bir öğe olsa da edebiyatın kendisi için sanat bakımından vazgeçilmez bir nitelik sayılamaz. Zamanlarında kolay anlaşılırlıktan yoksun oldukları için değerleri gereğince anlaşılmamış ve kendilerinden kat kat aşağı sanatçılar yanında küçümsenmiş olan şairler, örneğin Baudelaire’ler, Rimbaud’lar, Mallarme’ler ve daha birçok öncüler, sözü zorlamamış olsalardı Fransız şiiri bugünkü parlak mevkiine yükselebilir miydi? Böyle, gerçek bir sanat itisiyle, anlaşılmama ve yadırganma, hatta küçümsenme pahasına yarının estetiğine temel taşlığı etmek çilesini çekmiş olan öncüler ancak alkışlanmaya layıktırlar. Bütün sorun, içten kopma gerçek itiyle modanın ve aldatmacanın itilerini birbirine karıştırmamaktadır.
Gerçek şairler arasında geleneklere bağlı, düz bir çizgi üzerinde yürüyenler de çıkmıştır, şiire yeni bir ses getirenler de. Haşim, Kanık. Dağlarca ilkin yadırganmışlardır okurlarca. Zor olmuştur kendilerini büyük şair olarak kabul ettirmeleri. Ama zamanla o yadırganan şiirlerin özel sesine büyük halk yığınları değilse bile sanattan anlayan okurlar alışmışlar, arar olmuşlardır hatta bu sesi. «Ozan, gerçek bir ozansa bilelim ki dili herkesin anladığı bir dildir. Böyle bir ozanın kendini dilden, ritimden, düşünceden yana zorlaması yersizdir; bunu yaparsa şiiri yitirir ve ozan sayılmaz» diyor dostum. Oysa Baudelaire’in, Rimbaud’nun dili yaşadıkları çağda herkesin anladığı dil değildi. Dağlarca’nın birçok şiirlerindeki dil hala herkesin anladığı dil olmaktan uzaktır.
Türk sanatçıları ile halk arasında bir ara başlamış olan birbirinden koparak uzaklaşma hareketi bugün tersine dönmek yönelimi gösteriyor.
Dağlarca’nın her dönemde gür ve sık işitilmiş sesini bir yana bırakırsanız savaş yıllarının ünleri arasında sayılabilecek, Melih Cevdet, Oktay Rifat, Sabahattin Kudret, Necati Cumalı, Behçet Necatigil gibi birtakım sanatçıların bugün daha özgün biçimler içinde sesleri daha sık ve daha kuvvetle duyulmaya başlanmıştır. Bunlar ve daha öncekiler ayarında halka mal olmuş yeni şöhretler çıkmadıysa bunun nedenlerini araştırırken en başta yaşadığımız dönemin özelliklerini hesaba katmalıyız. İkinci Dünya Savaşının sona ermesinden sonra içine girdiğimiz demokrasi denemesinde ülkemiz alabildiğine gelişen bir tüketim ekonomisi ile özgürlüklerin gelişmesinden ve çok partili yaşam yüzünden hayli gürültülü, hareketli bir toplum düzeni içine girmiştir. Sanat, halkın rağbetini çekme yarışında, gitgide daha geniş yığınlara seslenebilmek için hafiflemek, bu maksatla da safra atmak zorunda kalmıştır. Radyoların, pek sulandırılmış bir sinema ile tiyatronun, tüketicilerinden hiçbir zihin yorgunluğu istemeyen türlü eğlence araçlarının rekabeti karşısında sanat ister istemez ya gidişe ayak uyduracak ya da asıl benliğini korumak için halktan bir dereceye kadar kopmak, seviyesi yükselmiş okurlarla yetinmek zorunda kalacaktır. Hayatımızda gitgide önem kazanan sosyal-politik sorunların sanat kaygılarını bastırdığı, sanatçıyı ikinci plana ittiği bir zamanda yaşamaktayız. Bu kadar hızlı ve değişken bir ortamda sanatın yavaşladığı artık sosyolojinin saptamış olduğu bir gerçek haline gelmiştir. Bizde de bu öğenin etkisi küçümsenmemek gerekir.
İnsaf edip söyleyin, yirmi beş yıldır bu memleket huzur yüzü gördü mü? Dünyamız da huzurun ne olduğunu unutmak üzere adeta. Elbette ki böyle bir Ortamda bir Yahya Kemal, bir Haşim, bir Tarancı ünü kolay kolay ortaya çıkamaz. Gençlik yılları yirmi yıl sonraya rastlamış olsaydı Tarancı’nın gene aynı eseri verebileceğine inanamıyorum. Zaten sayın Teoman’ın şiirin gelişmemesine neden olarak gösterdiği engeller daha çok bu ortamın, bu ana engelin yarattığı olgulara bağlanmıyor mu?
Bir de şu var: dil, şiirin ana gereci olan dil, son zamanlarda temelden değişikliklere uğradı. Tarihimizin hiçbir döneminde böylesine büyük bir dil arınması hareketine rastlamıyoruz. Elbette bu oluşum da şairin kendine yeni bir dil arama çabalarını teşvik etti. Dil kendi kendine değişirken o da bu değişmeye kendi sesini ve çabasını katmak özgürlüğünü buldu kendinde. Her bakımdan bu kadar karışık ve olumsuz koşullar içinde Türk şiirinin gene de kişiliğini yitirmeden yoluna devam edebilmesine şükretmemiz gerekiyor aslında.
Galiba sorun dönüp dolaşıp gerçek şair olup olmamaya dayanıyor sonunda. Gerçek şair halkın diliyle de yazsa, dili kendi doğrultusunda yeni bir yola sürüklemiş de olsa, sağlam bir sanat yapısının mimarı olmakta gecikmez. Yaşadığı çağın koşulları ne kadar olumsuz olsa, adımlarını ne kadar çelmelese bile.