SANAT VE ÖZGÜRLÜK- Yaşar Nabi Nayır Sanatın yaşayıp gelişmesi için birçok şartların gerçekleşmesine ihtiyacı var, ama bunların arasında özgürlüğün pay
SANAT VE ÖZGÜRLÜK- Yaşar Nabi Nayır
Sanatın yaşayıp gelişmesi için birçok şartların gerçekleşmesine ihtiyacı var, ama bunların arasında özgürlüğün payını küçümsemek hiç de doğru olmaz.
Sanatı Doğunun anlayışına uygun bir şekilde bir çeşit soyut süs oyunları sayanlar için böyle bir sorun yok elbette. Kendini bildi bileli özgürlükten yoksun Doğuda sanatın insan gerçeklerinden böylesine uzak bir süsleme aşırılığına düşmesinde, Doğu insanının yüzeysel süslere bağlılığı kadar belki bu özgürlük kıtlığının da rolü olmuş ve Doğulu, belki de sonuçlarından korktuğu "düşünce» yi kafasından uzaklaştırmak için bu soyut sanatı yaratmıştır.
Ortaçağ Avrupa’sında, sanatın bugünkü anlayışımıza uygun insancıl bir gelişme göstermemesinden de, bir dereceye kadar, o çağda, dinin ve derebeyliğin sanata nefes aldırmayan sıkı baskısı sorumlu tutulabilir.
Eski Yunan’da ve Rönesans’tan sonra bütün Avrupa’da edebiyatın tarihi, biraz da özgürlüğünü kazanmak için gösterdiği çabaların tarihi olmuştur. İkiyüzlü softa tipinde insanlığın ebedi kusurlarından birini bize tasvir eden Moliere, bugün hayran olduğumuz Tartufe’ünü oynatıp bastırabilmek için kiliseye karşı amansız bir savaşa girmiş ve pek güçlü rakibini ancak anlayışlı bir kralın dostluğu sayesinde yenebilmişti. Bu olay XVII. yüzyıl Fransa’sında geçiyordu. Düşünün ki o türde bir eseri XX. yüzyılın başında memleketimizde yazıp oynatmaya imkan yoktu. Sanat hayatımızın bu kadar geri ve uyuşuk bir halde kalışında, başka birçok nedenler yanında, bu özgürlük yoksunluğunun payı da büyük olmamış mıdır, dersiniz?
XIX. yüzyılın bütün parlaklığıyla gözleri kamaştıracak olan gür sesli sanatına yol açmak için Voltaire’lerin, Diderot’ların, Rousseau’ların ne şartlar altında, ne ağır savaşlara giriştiklerini hep biliyoruz. Yalnız Fransızları anıyorum. Çünkü sanatın özgürlüğü adına Fransa’da kazanılan zaferler bütün dünya için örnek olmuş, başka Avrupa ulusları kültür düzeylerinin yükseldik derecesine göre az veya çok arkadan, Fransa’daki bu parlak gelişmeyi izlemişlerdir. Gogol’lar. Tolstoy’lar, Dostoyevski’ler. İnsan hakları fikrinin gelişip yerleşmesinde büyük etkisi olan eserlerini Çarlık istibdadı altında yazabildilerse, bunu Fransa’dan esen o dayanılmaz özgürlük rüzgarlarının sayesinde yapabilmişlerdir.
XIX. yüzyıl sonlarında en yüksek derecesini bulan bu özgürlük görüşü ne yazık ki XX. yüzyılın yarattığı aşırı ideolojilerin, yani yeni dinlerin etkisi al,’ tında Birinci Dünya Savaşından sonra büyük bir tehlikeye düştü. Bir yandan komünizm, öte yandan onun tepkisiyle ortaya çıkan faşizm, kendi tutumlarına uygun birer sanat görüşü yaratıp bütün sanat ürünlerini bu dar kalıbın içine sıkıştırmaya kalkışmakla sanatçının yüzyıllarca süren didinmeler sonunda elde edilmiş özgürlüğüne ağır darbeler indirdiler. Hitler AImanya’sında Alman edebiyatı inanılmayacak derecede zayıfladıysa Mussolini İtalya’sında sanat, kansızlıktan sararıp solduysa, Stalin Rusya’sında, Dostoyevski’lerin, Tolstoy’ların yerini dolduracak yeni sanatçılar yetişmediyse, bu ortak yoksulluktan, ortak kusuru, yani katı baskıları sorumlu tutmamak nasıl mümkün olur?
Bu aşırı akımların, dünyanın her yerinde olduğu gibi bizde de etkileri görülmüyor değil. Ama asıl garibi, sanatın özgürlüğüne karşı en sert saldırıların, kendileri hesabına siyasal özgürlüklerin alabildiğine genişletilmesini isteyenler arasından gelmesidir’. Bu insanlar özgürlüğü bölünebilir bir şey sanmak gafletine düşüyorlar. İnsan Haklarını Koruma Cemiyeti kuruyor, özgürlük paktına oy veriyor, Meclisin meşruluğu sorununun tartışılmasını istiyorlar ama bir yandan da, bir şairin yoksul bir insanın hayatından söz etmesi özgürlüğüne, yani dünyanın hiç bir yerinde hiç bir zaman itiraz konusu olmamış bir özgürlüğe bile katlanamıyorlar. Tevfik Fikret ve hatta Mehmet Emin, bazı eserlerini bugün yazmış olsalardı kim bilir zamanımızda ne saldırılara uğrayacaklardı.
Sanat üzerinde şu ya da bu cepheden konuşulmaya bir kere başlandı mı, bunun sonu gelmez. Herkesin sanatçıya yol göstermeye kalkıştığı, her önüne gelenin sanatçıyı kendi görüşüne uygun yollara sürüklemeye çalıştığı bir çevrede sanatın canlı kalması ve bir iz bırakabilmesi imkanları çok azalır.
Sanatımızın niçin ilerlemediğini açıklamak için türlü nedenler bulup ileri sürenler, sanatın özgürlüğüne karşı gelen dar bir zihniyetin aramızda hayli gelişmiş olmasını bu nedenlerin başında aramak gerektiğini bilmem neden unutuyorlar.
Sanatçının özgürlüğü elbette ki kanunlarla sınırlıdır. Buna kimse bir şey diyemez. Kanun sınırları tanımayan bir özgürlük düşünmeye bile imkan yok. Ama sözünü ettiğimiz dar ve geri zihniyetin baskısı bazen kanun sınırlarının o kadar üstüne çıkar ki kanunların korumasına rağmen sanatçı gene de nefes alamayacak hale gelebilir işte bütün dikkat edeceğimiz nokta, taze ve umutlu sanat hayatımızın böyle bir havasızlığa düşmemesi olmalıdır.
(Varlık, sayı: 325, 1947)