AnasayfaSevdiğim Yazılar

ABDÜLHAK ŞİNASİ HİSAR- Yaşar Nabi Nayır

ABDÜLHAK ŞİNASİ HİSAR- Yaşar Nabi Nayır   Abdülhak Şinasi Hisar'la edebiyatımız, eseri kadar kişiliği de kendine has, büyük yazarl

Düşüncenin Şiiri- Edip Cansever
HİKAYECİLİĞİMİZİN BUGÜNKÜ DURUMU- Yaşar Nabi Nayır
UYANIK DÜŞ GÖREN-Yaşar Nabi Nayır

ABDÜLHAK ŞİNASİ HİSAR- Yaşar Nabi Nayır

 

Abdülhak Şinasi Hisar’la edebiyatımız, eseri kadar kişiliği de kendine has, büyük yazarlarından birini kaybetti. Eserinin önemi yalnız, -artık temsilcileri aramızda pek seyrelmiş olan- kendi neslince değil, en genç kuşaklarca da tereddütsüz kabul edilmiştir. Hisar’ın bu özelliğini kaydetmekte fayda vardır, çünkü neslinin yazarlarından pek azına nasip olmuştur gençlerce de beğenilmek ve ciddiye alınmak.

Eserleriyle geçmişte yaşayan adamdı Abdülhak Şinasi. İrili ufaklı yazılarında bize hep anlattığı hatıralarıydı. Olaylardan çok, duygu ve düşünce yanı ağır basan hatıralar. Hem de kendisine bile uzak hatıralardı bunlar, çocukluk çağının hatıraları. Fahim Bey ve Biz gibi, Çamlıcadaki Eniştemiz gibi, kendisinin hikaye adını verdiği uzun romanları bile bir çeşit hatıralardır. Bir zamanlar uzaktan, ya da yakından tanımış olduğu, yıllar yılı içinde taşıdığı, kendi duygulariyle besleyip yoğurduğu, sonra eski zamanın, o artık bütün çirkin ve köhne yanları silinerek yalnız şiirli, hülyalı yanlarıyla bize güzelliklerden ar etmiş gibi görünen dekoru içinde, belki de yaşadıklarından çok yaşadıklarından bambaşka bir şekilde yaşattığı kişileriyle çağdaş  romancıların eserlerinden hiçbirine benzemeyen, hikaye kılığına bürünmüş hatıralar … O romanların dışında, doğrudan doğruya hatıra şeklinde verilmiş eserleri değerce ötekilerden aşağı kalmazlar. Bunların arasında, ağırlığı, uzunluğu ve sayısız tekrarlarıyla aceleci okuyucuyu sarmasa bile, nesir edebiyatımızın en şiirle yüklü eseri sayılabilecek olan Boğaziçi Mehtapları başta gelir. Yer yer üslüp işleyişi ile şaşırtıcı bir kalem ustalığından haber veren bu kitap, kendisinin, «Boğaziçi Medeniyeti» adını verdiği, artık tarihe karışmış, kenarda köşede kalmış birkaç eski yalısının hatıralarda canlandırmaya yetmediği, büsbütün ayrı ve muhteşem bir güzellikler aleminin, belki de böylesine bir ihtişamla, ancak şairin, her şeyi yeniden yaratıp güzelleştiren hayalinde yaşamış bir «Binbir Gece» aleminin tasviri ile doludur.

 

Eski zamanın, politik yönünü değil, (çünkü hiçbir zaman politik yönlerle ilgilenmemiştir yazarımız), Boğaziçi’ndeki şiirli tecellisini tasvirde bu kadarla yetinemeyen Abdülhak Şinasi, Boğaziçi Yalıları ile gene o büyülü atmosferi anlatmaya devam etmiş, sonra Eski Zaman Köşkleri ile eski İstanbul’un başka semtlerindeki şiiri, yüzlerce sahtesi arasına karışmış beş on halis elması sadece pırltı farkından tanıyıp ayıran bir kuyumcu sabrı ile her şeyi silip yok eden zamanın insafsız pençesinden kurtarıp ölümsüzlüğe kavuşturmuştur.. Geçmiş zaman fıkraları ile geçmiş zaman mısralarını bir araya getiren iki kitabından başka pek yakından tanımış ve sevmiş olduğu iki büyük şairimizi, Yahya Kemal’le Ahmet Haşim’i de birer kitabiyle bize, bilinmeyen yanlarıyla tanıtan Hisar, geçmiş zaman yazarlarından daha başkalarını da henüz çıkmamış bir kitabında anlatacaktı, zaten bu kitabın malzemesi çeşitli dergilerle gazete sütunlarında yatmaktadır.

 

Edebiyat hayatına, bugün artık değerlerini büsbütün kaybetmiş birtakım zayıf şiirlerle, hem de büyük bir edebiyatçı için hayli geç sayılabilecek bir çağda atılmış olan bu usta yazar, yazarlıktaki ustalığını, ancak kişiliğini bulduğu hatıraları anlatmaya başladığı bir sırada, yani kırkından sonra herkese kabul ettirebildi.

 

Edebiyat onun hareketsiz ve monoton hayatında her şey demekti, ölünceye kadar da öyle kaldı. Gelişigüzel sayfalar doldurmak, yazı karalamak onun harcı değildi. Hiçbir yazısı yoktur ki, birkaç defa kopya edilip, tekrar tekrar okunup düzeltilmeden basılmaya verilmiş olsun. Okurların karşısına çıkmaya ne zaman sıra gelse, derlenip toplanan, önünü ilikleyen bir efendi yazardı o. Edebiyata saygısı vardı, büyük yazarlara saygısı vardı, okura saygısı vardı, hepsinin üstünde kendine saygısı vardı. Onun için yaşına göre sayfa sayısı pek de kabarık sayılamayacak eserini imkan bulduğu ölçüde hep bir özel katibin, ya da yakın bir dost ve hayranının yardımı ile meydana getirmiştir. Bitirdiği bir yazıyı, bir ya da birkaç kişiye okumadan, fikirlerini almadan yayınladığı hemen hemen olmamıştır denilebilir. Eserine ne kadar önem vermişse, kusursuzluğa güveni de o derece az olmuştur.

 

Geçirdiği ağır bir hastalık oldu. Bu hastalık, dimağında büyük tahribat yaptı. Düşünme insicamı ile kelime hafızası bir daha asla eski haline gelmedi. Bunun, bir yazar için, hem de üslupçu bir yazar için nasıl bir bahtsızlık olduğu meydandadır. Zaten asıl eseri o tarihe kadar yazılmış olandan ibarettir. Ondan sonra ancak eski yazdıklarını tamamlamak, bir de dergi sayfalarında dağınık kalmış yazılarını pek az ilavelerle derleyip kitap haline getirmekten öteye geçmemiştir. Mesela, birkaç ay önce çıkmış olan Ahmet Haşim eserindeki yazıların büyük kısmını, ilk çıktığı yıllardı Varlık’ta yayınlamıştı.

Abdülhak Sinasi Hisar’ın eseri gibi kişiliği de benzerine pek az rastlanan özellikler taşıdı. Her yanı ile eski bir İstanbul efendisiydi. Eski İstanbul efendisinin teşrifat ve nezaket merakını onda aşırılığa varan bir derecede bulurdunuz. Soylu bir aileden gelen bir kişi evladıydı. Yazarlığı da olan aydın ve zengin bir babanın itinalı terbiyesi ile büyümüş, zamanının en yüksek kültür ocağı olan Galatasaray Sultanisi’nde okumuş, siyası ilimler tahsiline gittiği Paris’te uzun yıllar siyası ilimlerle değilse bile, Fransız edebiyatıyla yoğrulmuş, yurda haklı bir Fransız hayranlığı ile dönmüş olmasına rağmen, oradan aldığı köklü milliyetçilik şuuru ve Barres’in etkisinde bir geçmiş hayranlığı ile gene hayranı olduğu Marcel Proust gibi kaybolmuş çocukluk zamanının peşine düşmüştü..

 

Gerek ailesinden kalan serveti, gerekse hiçbir zaman fazla vaktini almamış sinekür cinsinden görevleri sayesinde refahlı ve rahat fakat mazbut bir hayat süresince eserini istediği kadar geniş zamana sahip olarak, istediği kadar özenerek meydana getirmek imkanını bulmuştu.

 

Talihsizliği, yalnızlığı ve tabiatın daha çocukluğunda ona musallat ettiği bir ruhi hastalıktı. Yakın akrabası olarak yalnız kardeşi Selim Nüzhet Gerçek vardı. Büsbütün ayrı bir yaradılışta olduğu için, pekiyi anlaşamadığı kardeşini de yirmi yıl önce kaybetti ve büsbütün kimsesiz kaldı. Hiç evlenmedi. Herkesle kolay dost olacak bir tabiatte değildi ve yakın dostlarından başka kimse ile ahbaplık etmeyi de sevmezdi. Onun için geçen yıllarla dostlar seyrekleştikçe, yaşadığı münzevi hayat yeni dostlar edinmesine de meydan vermediğinden, yalnızlığı büsbütün arttı. Yaşlılık, hastalıklar, biraz da geçim sıkıntısı son zamanlarda eskisi gibi, öğle ve akşam yemeklerini dışarda yemesine, yalnız taksiye binebildiği için epey pahalıya mal olan gezintilerini yapmasına engel olmuş, dolayısı ile yalnızlığının acısını arttırmıştı. Son yıllarda üstadın hatırını soranlar, kendisinden aldıkları hayli üzgün ve şikayetli cevapları hatırlayacaklardır.

 

Ruhi hastalık dediğimiz de kendisine ömrünün sonuna kadar hayatı zehreden bir mikrop korkusu idi. O yüzden bir otobüs veya dolmuşa binemez, kalabalık bir kaldırımda yürüyemez, tanımadığı kimselerle ülfet edemez güvendiği pek seyrek yerler dışında, dışarıda yemek yiyemez, hatta çayını çaydanlık içinde, ayrıca da fincanını haşlamak için kendisine kaynar su getiremeyecek bir yerde çay içemezdi..

 

O, yalnız hastalığın değil nefret ettiği bir siyasi inancın da kendisine bulaşabileceği korkusu ile tanıştığı her yeni insanın, bir aydın kişi ise, hangi inançta olduğunu araştırmadan rahat edemez, hakkında şüpheli bir söylenti işittiği kişilerle münasebetlerini hemen keserdi.

 

Hiçbir zaman geçimine yetmemiş maaşlarını hep Yalova’da babadan kalma arazisini satarak takviye etmek zorunda kalmış, bu arazi azaldıkça ya da satış imkanları ortadan kalktıkça, büyük sıkıntılara düşmekten kurtulamamıştı. Son yıllarında ne yazık ki, bu sıkıntısı hayli artmış, asıl sükunet ve güvenliğe en çok ihtiyaç duyulan bir yaşta, hayatının en kararsız ve mahrumiyetli günlerini yaşamıştır. Bu sıkıntının acısını son zamanlarında bütün dostları onunla paylaşmışlardır.

 

Kaybettiğimiz her edebiyatçının ardından, edebiyatımızda bir boşluk bırakarak aramızdan ayrıldığını söylemek adet olmuştur ya, pek azı için doğrudur bu söz. Bunların başında Abdülhak Şinasi’yi sayabiliriz. Kendinden önce de, kendi zamanında da bir benzeri çıkmamış olan bu gerçekten halis edebiyatçı, eserlerinde yaşattığı hatıralarının dünyasını da beraberinde götürdüğü için, artık bundan böyle, herhangi bir kalemden, değil o tadına doyulmaz şiirli sayfaların bir aynını, hatta uzaktan bir benzerini dahi okumamıza, biliyoruz artık imkan yoktur. Ne var ki, bu doğuştan şair edebiyatçının okuduğumuz eserleri, yazdıklarının yarısı bile değildir. Geriye, çeşitli gezilerinin, okumalarının, düşünmelerinin kendisine ilham ettiği binlerce sayfalık notları kalmıştır. Geldiği gibi, gelişigüzel kaleme alınmış, ilerdeki eserlerinde kullanılmak üzere özenle saklanmış notlar. Hep aynı boyda, cep defteri sayfası boyunda kağıtlara geçirilmiş, düzenle tasnif edilerek ayrı kapaklar içinde biriktirilmiş, saklanmış, bu elbette ki, ham halde, ama son derece değerli yazıların kaybolmaktan kurtarılarak emin ellerde muhafaza edilmesi bu acı kayıptan duyduğumuz üzüntüyü bir dereceye kadar hafifletecek bir tedbir olacaktır.

 

Abdülhak Şinasi Hisar, edebi hüviyetinin dışında, büyük bir dosttur benim için. Ankara’da geçen yıllarımızda, birçok yazılarını bölüm bölüm yayınladığı Varlık, aramızda ortak bir bağ olmuştu, onun çevresinde o büyük eserin meydana gelişini adım adım, yakından izlemiştim. O zamanlardan, bir kısmı not edilmiş epey hatıralarım var. Yazmayı çok isterdim bunları. Ama son zamanlarda dostluğumuzun devamını hayli aksatmış olan vakitsizliğim bilmem imkan ve fırsat verir mi?

WORDPRESS: 0
DISQUS: